İÇİMDEKİ UKDE




İÇİMDEKİ UKDE

Köyümüzün çevresinde bulunan araziler çeşitli isimlerle isimlendiriliyor: Adalar, Korucuk, Cambaz, Bayrakdere, Gölbaşı, Elmaçatı, Kocatepe, Çardaklı gibi…

            Bu bahsedilen mevkilerde köylülerimize ait tarlalar, meralar vardır. Köylüler bu tarlaları ekip biçerler, kendilerine yetecek kadar buğday, arpa, yulaf, ayçiçeği, mısır, karpuz, kavun, kabak yetiştirirlerdi. Kimi tarlalarda su olup olmama,  köye yakınlık durumuna göre bahçe de yapılır, sebze yetiştirilirdi.

Bizim de Adalar mevkiinde bir tarlamız vardı. Normal yürüyüşle 20-25 dakikada gelinebilecek bir mesafedeydi tarlamız.

 Rahmetli babamın sağlığında ben, ağabeyim ve babam, bu tarlanın etrafını dikenli telle çevirmiştik. O zamanlar beton direklerden ziyade, ağaçlardan yarılarak elde edilen yarmalar diyelim, direk olarak kullanılırdı. Önce kırk santim civarı derinlikte çukurlar açar, içine direkleri diker, kenarlarını taşla sıkıştırır, sonra toprakla doldurur, iyice teperdik. Daha sonra da ağabeyimle ben, dikenli teli uzunca bir sırığa sarmak suretiyle gererek, direğe çakılacak duruma getirirdik. Babam da olabildiğince gergin şekilde, teli direğe çakardı.10 dönümden fazla olan bu tarlanın etrafını böylece dikenli telle çevirmiştik. Hayli zor ve yorucu bir işti.

Bu tarlanın bir kısmı kavaklıktı. Vaktiyle, herhalde dedemler kereste amacıyla çok miktarda kavak ekmiş, bu serin ve koyu gölgelik böylece oluşmuştu. Arazinin sulak olan bir kısmı hariç, kavaklar pek de kalınlaşmamıştı. Bunlar sonradan, hangi ihtiyaç için, ne zaman kesildi hatırlamıyorum.

Burası oldukça havadar bir yerdi. Yazın en sıcak zamanlarında bile kavaklıkta oturduğumuzda oldukça serin olurdu. Bazen üşüdüğümüz bile olur, üzerimize bir hırka, bir ceket alamadan oturmak mümkün olmazdı.

Kavaklıkla yol arasında, daha önceleri çayırlık olarak kullandığımız araziyi karpuz için tahsis etmişti babam. Tarlamızın içinde, kavaklığın hemen üstünde bir de havuzumuz vardı. Karpuzlarımızı bu havuzdan aşağı uzattığımız hortumlarla sulardık.

            Havuz ile kavaklık arasında, havuzdan akan fazlalık suyun kavaklığa doğru aktığı su yolu üzerinde iki-üç tane büyükçe kavak vardı. Babam, bu kavaklardan birine dayalı olarak, üç tane de direk üzerine çaktığı tahtalardan oluşturduğu bir platformla bir kulübe yapmıştı. Kulübenin yan tarafları tahtalarla kapatılmış, çatısı da ağaç dallarıyla güneş girmeyecek şekilde örtülmüştü. Yerden iki metre yüksekliği olan bu kulübedeki yarım saatlik bir uyku, sizi saatlerce uyumakla kavuşacağınız dinginliğe ulaştırırdı. Hemen üzerinizdeki kavakların rüzgârla birlikte size sunduğu seslere eşlik eden, çatısını örten dallarla yarılan rüzgâr sesi eşsiz bir ruh dinginliği sunardı. Bir de, dinlendiğiniz kulübeye kol-kanat geren kavağın dallarına bir serçe konup, uzaktan uzağa bir diğeriyle muhabbete başlamışsa, az sonra dalıp gideceğiniz uykunuzda, o serçeyle muhabbete sizin devam ediyor olmanız pek muhtemel bir güzellik.

Havuzun önünde bizim için genişçe sayılabilecek bir alanda sebze yetiştirirdik. Domates, biber, patlıcan, marul, lahana, bamya, mısır… Tarlada uzun süre kaldığımız zamanlar, hemen oracıkta sebzelerden toplar kanlı-canlı (=az-pişmiş) bir yemek yapardık. Odun ateşinde pişen yemeğin hemen yanında çayımız da demini aladururdu usul usul. Tarlanın kalan kısmında çoğu zaman mısır, karpuz, kabak yetiştirirdik.

Belli zamanlarda gelir, havuzdan tarlayı sulardık. Zaman zaman da, ihtiyaç oldukça merkeple yani eşekle gelir, karpuz-kavun, sebze toplar, köye getirirdik.

Yine bir yaz mevsiminde, ağabeyimle birlikte ile boz eşeğimize binerek karpuz getirmek için ada tarlasına gideceğiz. Merkebin semerini takıp, kolonunu güzelce bağladık. Heybesini de attık üzerine. Ağabeyim semerde, ben eşeğin semerden sonraki arka kısmında, doğrudan eşeğin üzerine oturur vaziyetteyim.

Tarlaya doğru yola çıktık. Köy içinde sağlı-sollu geniş bahçelerin arasından kıvrılıp giden yolları katederek, mezarlığın yanından ilerledik yavaş yavaş. Köyün hemen çıkışında başlayan korularda sağlı-sollu koyun ağılları vardı. Bu nedenle o yol üzerinde çoban köpekleri eksik olmazdı. Korulardan tarlaya doğru yaya yahut vasıta (tabi ki eşek)ile ilerlerken en çok endişelendiğim, korktuğum şey bir çoban köpeğiyle karşılaşmaktı. Başında sahibi bile olsa !.. Sahibi bile olsa diyorum, çünkü başındaki sahibinin yaptığı tek şey genellikle, ya uzaktan bir ‘’Hoşt ‘’, ya da ‘’Isırmaz, ısırmaz…’’ diye bence hiçbir anlamı olmayan bir güvence vermesi…

Adalar deresine varmadan hemen önceki düzlüğe inerken, kendiliğinden midir yoksa ağabeyimin teşvikiyle mi bilmiyorum, eşeğimiz yokuştan aşağı koşmaya başladı. Tam oradaki düzlüğe varırken semerin sağa doğru eğildiğini gördüğümü hatırlıyorum. O ana dair başka da bir şey yok hafızamda.

Bir ara hemen Ada Deresi'nin dibindeki çeşmenin başında olduğumuzu hatırlıyorum. Ağabeyim çeşmede ağzımı-yüzümü yıkıyor. Ağzım kanıyor, çenemden boynuma, gömleğimin yakasına doğru kan sızıyor… O ara (Allah şifa versin) Mustafa Amca (Bayram) geldi yanımıza. Ne olduğunu sordu.  Ağabeyim benim eşekten düştüğümü filan söyledi. Benim şuurum gelip gidiyor olmalı. Olayları, kişileri ve süreci kopuk kopuk hatırlayabiliyorum. Çeşmede ağzımızı yüzümüzü yıkadıktan sonra yine tarlaya devam ettik. Halbuki başımıza bu iş geldikten sonra geri dönüp tedavimize bakmamız gerekirken, nedense biz öyle yapmadık, tarlaya doğru devam ettik. Çeşmeden ayrılıp tarlaya geldik. Tarlada kavakların altında otururken arkadaşlarımızdan Yakup Uyar (Allah rahmet eylesin) geldi. Ben etrafı görüyor, duyuyorum, fakat şuurumda bir bulanıklık var. Alt çenemde sürekli bir ağrı, bir acı. Ağladım da tabii. Ağabeyimle Yakup konuşuyorlar; nasıl olduğunu anlatıyor ağabeyim. Ben dinliyorum…  Bir ara Yakup çenem ve alt dudağımın şişliği ve belki de delinmesinden dolayı, ‘’Ne kadar çirkin olmuş!...’’ demez mi? Ben tekrar başladım ağlamaya, üzüldüm tabii. Benim şuurumun pek yerinde olmadığını, söylenenleri anlayamayacağımı düşünüyor olmalı ki, arkadaşımız öyle demişti. Sonra abim karpuz topladı ve heybeleri doldurdu, eşeğe yükledik ve eve dönüyoruz. Geri dönüşte ben eşeğe yeniden binmiş miydim, hatırlamıyorum. Fakat eşekten düştüğüm yere geldiğimizde, ağabeyim bana benim ayak izlerimi gösterdi. Ben düştükten sonra, ağabeyim eşeği 30-40 metre ileride işe zor durdurmuş. Ben de bir süre yerde kaldıktan sonra, kendi kendime ayağa kalkarak ve sendeleyerek S çize çize, bir sağa bir sola yürümüşüm. Ayak izlerimden dengemin yerinde olmadığı anlaşılıyor. Ne demişler, ‘Attan düşen kaba döşek, eşekten düşen kazma kürek…’’ Belli ki düşünce çenemi, kafamı vurmuşum yere. Neyse… Köye dönüyoruz, ama ikimizde bir endişe, bir korku… Neden? Eşekten düştük, yaralandık…  Babam ne diyecek, yaralıyım… Çok fazla bir şey demeyeceğini umuyoruz, ama yine de bir endişe vardı işte...

            Eve geldiğimizde babam ‘’Ne zaman oldu?‘’ diye sordu, biz de, ‘’Tarlaya giderken…’’ dedik. ‘’Oğlum niye geri dönüp gelmediniz?’’ dediğinde vereceğimiz bir cevap yoktu… Belki de vardı…

Evimizde daima bir ecza dolabı mevcuttu. Basit ağrı kesiciler, tentürdiyot, oksijen, pamuk, sargı bezi, yara bandı vb. basit ecza malzemeleri bulunurdu. Babam alt dudağımın sol tarafını önce oksijenle yıkadı, pansuman yaptı. Sonra ne sürdü bilmiyorum, pamukla kapattı ve bantladı. Oksijenle yıkandıktan sonra, tentürdiyot sürünce tabii ki çok yandı canım. Fakat mızmızlanma imkânına/şansına sahip çocuklardan değildik. Tüm metinliğimle tedavi sürecine ve tentürdiyoda bile sessiz kalıyor, tahammül ediyordum. 

             Ağrı sızı devam ediyor, fakat en azından  yarama müdahalede bulunuldu.

Akşam oldu; akşam yemeğinde de tarhana çorbası var. Hem de acılı. Tarhana çorbasını da oldum-olası çok seviyorum. Bir kaşık aldım, fakat çorbanın acısı yaramı nasıl dağladı, anlatamam. Çok berbat bir acıyla kaşığı bıraktım. Diğer yemeklerden elbette zar-zor yiyebiliyordum; fakat acılı tarhana çorbasını yiyemedikten sonra, diğerini yesem ne yemesem ne! Acılı tarhana bizim için, çorbadan fazla bir şeydi, bambaşka bir şeydi.

            Şimdi bazen aynaya baktığımda, çenemdeki o yara izini görünce, her gördüğümde, o gün yiyemediğim, acılı kıpkırmızı tarhana çorbası gelir aklıma. Bir de eşekten düşmüş, kan-revan içinde kalmış olmamıza rağmen, niçin eve dönmeyip, tarlaya devam ettiğimizi düşünürüm. Demek ki zamanın ruhu öyle davranmamızı gerektiriyormuş. Zamanın ruhu önemli…

            Her olayı kendi zemini, zamanı ve şartları içinde değerlendirmek lazım.


Hiç yorum yok