SÖZ UÇUYOR… YAZALIM…


        Yazmak önemli.
        Önemli olmasa, ‘’O, kalemle yazmayı öğretir’’ miydi ?
        Okumak daha önemli elbette, çünkü önce okumamız emredildi; sonra kalemle yazmamız öğretildi. Lakin, hepimizin bildiği gibi, yıllarca okullarda okumanın önemi anlatıldı hep ve teşvik edildi. Sonuçta, okuma konusunda kimisine göre çok gerilerde, kimisine göre fena değiliz, kimine göre de son yıllarda daha çok okur olduk. Bu konuda İsmail Kılıçarslan ‘’Ülke Aşağılama Kılavuzu ya da Bizden Adam Olmaz (13 Ocak 2018)'' başlıklı bir yazısında, ülkemizde okuma oranları üzerine şunları söyler: ‘’Gelin sizi internette dolaşıp duran bir araştırmaya götüreyim. Bu muazzam araştırmaya göre Türkiye’de okuma alışkanlığı istatistiği '%0,01 (yazıyla: yüzde sıfır nokta sıfır bir.)'
Şimdi bu istatistik kabaca bize diyor ki Türkiye’de 800 bin insanın kitap okuma alışkanlığı var. Peki. Güzel. Şahane. O halde geçtiğimiz yıl 407 milyon adet kitap basarak dünyada 10. sıraya yükselen yayıncılık sektörümüz, bu baskı işini ya hayır için yapmış ya da bu okuma alışkanlığı olan insanımız için kişi başı 505 adet kitap üretmiş.
        Bir de UNESCO nam kuruluşun rakamına bakalım. Türkiye dünya kitap okuma endeksinde 86. sırada. Kitap üretiminde 10. sıradayız, ama kitap okuma endeksinde sıramız 86.’lık. Yani bizim bu yayıncılarımız da biraz aptalmış affedersiniz. Doğan Kitap, İş Bankası Yayınları, Yapı Kredi Yayınları falan bu kitapları basıp istatistik yükseltiyor ve sonrasında da yakıyor herhalde.''

        Yazar, özetle, bu istatistiklerin gerçeği yansıtmadığını anlatıyor bize. Söylendiği kadar okuma konusunda kötü değiliz yani. Zira basılan kitaplar yeni çıkan yayınlar sadece istatistik rakamlarını yükseltmek için basılıyor değildir herhalde diyor. Bence de öyle. Okuma oranı gittikçe artıyor, insanlar daha çok okuyor. Elbette dünya ile, başka ülkelerle kıyaslandığında farklı durumlar ortaya çıkabilir. Ama okuma konusunda bahsedildiği kadar berbat bir durumda olmadığımızı da bilmek gerekir. Lakin yazma konusunda çok iyi olmadığımızı söylemek gerek. Yazmak deyince, ille de yazar olmak gerekir mi, bilmiyorum. Herkesin yazacağı bir şeyler olmalı. Yaşadıklarını, sevindiklerini, üzüldüklerini, unuttuklarını, unutamadıklarını, hatırlamak istediklerini, unutmak istediklerini yazmalı insan diyorum.
        Söz uçar, yazı kalır… Bugünden geriye dönüp baktığımızda, ilk insandan beri ne çok şey söylendi, ne çok cümleler kuruldu. Ama söylenen sözlerin hepsi kayboldu, sözlerimiz uçtu…Yazı ? Kalmadı !... Çünkü, yazmadık. Kimi kendimden, kimi eli kalem tutanların tavsiyelerine uyarak insan yazmalı dedim üniversite yıllarında.
        16 Kasım 1981 tarihinde günlük yazmaya başladım, yıllarca yazdım, yıllarca… Sonra 1997'de bir ara verdim, sonra tekrar yazdım, sonra tekrar bıraktım. Sürekli yazmalı, yazmalıyım diyordum, hala diyorum. Üniversite yıllarında tuttuğum günlüklerim vardı. üniversitede okurken 5-6 defter olmuştu günlüklerim.
        Günlükler, malum kişiye özeldir aslında. Fakat bizim çok çok iyi bir arkadaş grubumuz vardı. Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı 85 mezunları… 4 yıl boyunca çok güzel arkadaşlıklar, çok güzel dostluklar yaşadık. Kelimenin tam anlamıyla çocuklar gibi şendik… Hepimiz dünyaya aynı pencereden bakmıyor olsak da iyi anlaşırdık… Küçük küçük, çocukça küsüşmelerimiz olurdu zaman zaman, ama yine de biz iyi arkadaşlar, iyi çocuklardık. Bu nedenle sınıf içinde belki belli bir grup, bazı arkadaşlar benim günlüklerimi okuyabilirlerdi. Çünkü yazdıklarım, onlarla yaşadıklarım, onların aşina olduğu şeylerdi. Yaşadığımız olayları kimileri belki merak ederdi, bakalım o konuya nasıl bakmışım, o konu hakkında ne düşünmüşüm, nasıl dile getirmişim, ne şekilde yazmışım? Bu yüzden arkadaşlarımın, dostlarımın, kardeşlerimin günlüğümü okumasında benim açımdan bir sıkıntı yoktu, okuyabilirlerdi, okuyorlardı da.
        ‘’Yazmak’’ üzerine bu girizgahı yaptıktan sonra, asıl beni bu satırları yazmaya iten sebebe geleyim artık..
        İlkokul yıllarımızda, köyde yaşlı dedelerin anlattığı hikayeler vardı. Muhtemelen ilkokuldaydık. Bir komşumuz vardı, Emin Dede… Emin Artar. Emin Dede uzun süre askerlik yapmış, birçok savaşlara, Kurtuluş Savaşı’na katılmış. Bizim çocukluğumuzda, elli yıl önce bile çok yaşlıydı. Kurtuluş Savaşı anılarını anlatırdı biz mahallenin çocuklarına, torunlarına... Nerelerde savaşmış, nerelere gitmiş, esir düşmüş, neler yaşamış, gemilerle nerelere götürülmüşler, bunları anlatırdı bize… Emin Dede’den şöyle bir cümle kaldı hafızamda: ‘’Hindistan'ın Bombay kentinde 90 gün esir kaldık…'' Daha neler anlatmıştı, bu hikayenin evveli neydi, ahiri neydi hatırlamıyorum; ama anlattığı çok şey vardı savaşlara dair.
        Biz çocuktuk, anlatılanları yazacak durumda değildik. Aradan yıllar geçti… 60 yaşıma geldim, yaklaşık 50 yıl geçti aradan, yarım asır.
        Geçtiğimiz hafta, Derin Tarih Dergisi'nin Kasım 2021 tarihli sayısı (116) elimdeydi. Bir yazıya rastladım o dergide. Yazının bir kısmını aşağıya alıyorum:
        ‘’…… 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusundan 200 bin civarında askerin esir düştüğü tahmin edilir. Osmanlı Devleti esir düşen İtilaf Devletleri askerleriyle ilgili olarak şeffaf bir tutum sergilerken, İngilizlerin kendi esirleri hakkında bu yönde bir teşebbüste bulunduğunu söylemek güçtür.
        Irak Cephesi ve civarındaki cephelerde İngilizlere esir düşen Türk askerleri öncelikle Bağdat’a getirilir. Sorgulama sonrasında Basra’ya gönderilen esirler çalıştırılmak üzere burada tasnif edilir. Bir kısmı Kûtül‘amâre veya Bağdat tarafına yollanır. Vaziyete göre Hindistan’a da sevkleri yapılır. Hindistan’a getirilenler önce Bombay’da tutulur; buradan ülkenin farklı bölgelerine sevkleri gerçekleşir.
        26 Kasım 1916 tarihinde 65 Osmanlı subayının getirilmesiyle, ismini, içinde bulunduğu, Bombay yakınlarındaki şehirden alan Bellary esir kampı açılır. Kamp, kısa müddet sonra, 12 Mart 1917’de Kızılhaç heyeti tarafından ziyaret edilir. Heyet esirlere maddî yardımda bulunurken sorunlarını dinler; buradaki gözlem ve temaslar rapor haline getirilir. Kızılhaç’ın geldiği günlerde esir sayısı 500’dür. Sonraki günlerde 6 bini bulur. Türk esirleri şikâyetlerini Hilal-i Ahmer’e mektupla bildirebilmektedirler; lakin kendilerine Anadolu’daki yakınlarından mektup ulaştırıldığını söylemek zordur. ……
’’ (Hindistan’daki Esirler Çanakkale Şehitleri İçin Mevlit Okudu, Mehmet Poyraz, Kasım 2021, Derin Tarih, Sayı 116, Kasım 2021)
        Bu dergide bahsedilen olay ile, Emin Dedenin anlattığı hikaye belki de aynı hikaye… 50 yıl önce Yenikavak'ta Emin Dededen dinlediğim hikayeyi, 50 yıl sonra bir dergide okuyorum… İlginç değil mi ?
        Yine aynı şekilde, mahallemizde, Ziver (Gül) Dede vardı. Yazın ikindi vakti, bir ara Erdal Mazlum’un işlettiği kahvenin olduğu mahalde, bir duvarın dibinde, Ziver Dede bize, yine katıldığı savaşlarla ilgili kimi komik, kimi dehşeti hikayeler anlatırdı savaşa dair. Biz de dinlerdik, Onun hikayelerinde yunan askerleri vardı… O zaman o kahve var mıydı, yok muydu hatırlamıyorum, ama orada anlattığını biliyorum.
        Keşke onları yazacak yaşlarda olsaydık, yazsaydık. Emin Dede'den ve Ziver Dede'den dinlediğimiz ve daha birçok arkadaşımızın köyümüzün yaşlılarından dinlediği savaşa ya da eski zamanlara dair nice hikayeler vardı. Keşke onları yazabilseydik, tarihe not düşebilseydik… Bu anlatılanlar elbette bire bir tarih bilgisi olarak düşünülemezdi. Fakat bizzat yaşayanların ağzından, bir rivayet olarak olsa da, kayıt altına alınsaydı güzel olmaz mıydı?
        Ama olmadı…
        Sözler uçtu, yazı kalmadı…
        Çünkü yazmadık…
        Yazık!...

Hiç yorum yok