Yenikavak’tan Derebent’e…

 


        Şimdilerde birleştirilmiş sınıf olarak devam eden ya da tamamen kapanmış olan Yenikavak İlkokulu, vaktiyle onlarca denebilecek sayıda öğrencisi olan büyükçe bir okuldu. 1969-1970 yıllarından bahsediyorum.
        Zaman zaman, herhalde öğrenci sayısına göre ya da sonraki yıllarda ortaokulun da açılması sebebiyle yabancı öğretmen gelmiş olsa da, köyümüzün, hepsi de Savaştepe Köy Enstitüsünden mezun olan 4 öğretmeni, daima Yenikavak İlkokulu'nun demirbaşlarıydı: Merhum babam Halim Ayyıldız, merhum Şerif Yıldıran merhum Sadık Erden ve Abdurrahman Sözener hocamız. Rabb'im sağlıklı uzun ömür versin, onlardan sadece Abdurrahman hocamız hayatta. Ahirete irtihal edenlere Allah'tan rahmet dilerim.
        Yarım asır öncesinin şartlarıyla iyi düzeyde bir eğitim aldık diyebilirim. O yıllarda, önemli olayların okulumuzda gazete kupürleri ile duvarlara asıldığını, ders bitiminde son sınıf öğrencilerinin girdiği sınavlara hazırlık için kurslar yapıldığını hatırlarım.
        Laboratuvarımız yoktu. Fen ve Tabiat dolabımız vardı.O dolaptaki deney aletlerinden en çok hoşumuza gideni, buharlı trenin nasıl çalıştığını gösteren düzenekti. Bu küçük bir lokomotiften ibaretti. Lokomotifin su deposunun altında minicik bir ispirto haznesi vardı. Hazneye konan ispirto yakılır, su ısınınca mini bir buhar kazanından çıkan buhar gücüyle hareket eden bir pistonun çevirdiği mini bir tekerlek bize ‘’Buharlı tren böyle çalışıyor…’’ derdi. Bu, çok sık yapılan bir gösteri olmadığından, lokomotif çalıştırıldığında bütün sınıfların görmesi için sınıfları dolaşırdı bu mini lokomotif bir öğretmenin ellerinde.
        Önlüklerimiz siyahtı, yakalarımız beyaz. Zengin-fakir herkesin gömleği siyahtı, aynıydı. Peki hiç mi fark olmazdı zenginle fakir arasında? Elbette fark vardı: kimisi parlak siyahtı, güneşte granit gibi parım parım parlardı. Kimisi de mattı, kimisi daha mattı. Kimisi hem mattı hem de güneş rengini yediğinden soluktu. Kimisi de hem mattı, hem güneşten dolayı soluk, hem de ceplerinin civarları lime lime yıpranmış olurdu.
        Ayakkabılarımız ya düz lastikti, ya da desenli lastik veyahut kenarı parlak tokalı, delikli naylon ayakkabılardı. Naylon ayakkabılar beyaz, mavi ya da kırmızıydı. Hepsi aynı derecede beyaz, mavi ya da kırmızı değildi Kimisi biraz daha soluk, kimisi hem soluk, hem yırtık hem maşa ile ısıtılarak yapıştırılmış. Lastik ayakkabılar da kimisi gıcır gıcır, kimisinin de birkaç kez merhum lastikçi Hızır Amcanın elinden geçmiş olduğu belli olurdu. İskarpin, kundura? Onlar bize henüz çok uzaktı. Onu ortaokulu okumaya şehre geldiğimizde giydik ilk kez. O da lastik çizmelerle münavebeli. Yağmurlu havalarda lastik çizme, kuru havalarda iskarpin. İskarpin çamurlu havalarda giyilmeyecek kadar kıymetliydi.
        İlkokul hayatımızın mayıs ayları bizim sabırsızlıkla beklediğimiz gezi zamanlarıydı.(Bugünden baktığımızda ,aslında bu bir piknikti, fakat ‘’piknik’’ henüz bizim lügatimize girmiş değildi.)Her yıl mayıs ayında, köy öğretmenleri anlaşır, kararlaştırılan tarihte, köyden bir hayli uzak, ormanlık bir bölge olan Derebent dediğimiz yemyeşil, koyu gölgeleri, soğuk suları olan bir yerde piknik yapmak üzere toplanırdık…Yenikavak, Hisaralan, Düzoba, Yarışalan ve Koçlar (Koçoğlu/Manyas) köyleri katılırdı hatırlayabildiğim kadarıyla…Toplandığımız yer, bu dört köyün, biraz uzak biraz yakın, aşağı-yukarı ortası sayılırdı.
        Çıkınlar bir gün önceden hazırlanırdı. 50 yıl öncesinden bahsediyoruz. Meşrubat yoktu. Ya koca koca zeytinyağı şişelerine doldurulmuş ayran ya da koravo(erik ekşisi) ile yapılmış hoşaf. (Henüz pet şişenin icat edilmediği yıllar). Peynir, yumurta, börek, taze soğan ve sarımsak vs. Belki tahin helvası az-biraz varlıklı olanlarda. Zeytin olduğunu hatırlamıyorum. O zamanlar köyde zeytin yenen hane sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi herhalde. Belki bisküvi ve lokum…
        Sabahtan öğrenciler erzakları-yollukları ile okulda toplanır .Güneş fazla yükselmeden yola çıkılırdı. Okuldan çıkar, şimdi artık kaybolmuş olan, köyümüzün kuzey tarafında bulunan küçük gölün yanından geçerek kuzeye doğru ilerlerdik. Aslında bu göl dediğimiz yer, hafif büyükçe bir su birikintisiydi. Fakat bizim için orası, köyün su birikintisini aşan en büyük suyu olduğu için, bir göldü.
        Köyümüzün kuzey çıkışından, tarla yollarından Korucuklara doğru ilerlerken, hep bir ağızdan Eskişehir Marşı’nı;
        (Eskişehir Eskişehir yalçın kaya sarp yeri
        Kalelerden çok kuvvetli içindeki askerleri
        Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı
        Teslim etti al sancağı Allah’a ısmarladı
        Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
        Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
        Yastığımız mezar taşı, yorganımız kar olsun
        Biz bu yoldan döner isek, namus bize ar olsun)
        Plevne Marşı’nı
        Tuna nehri akmam diyor
        Etrafımı yıkmam diyor
        Şanı büyük Osman Pasa
        Plevne'den çıkmam diyor
        Düşman Tuna'yı atladı
        Karakolları yokladı
        Osman Paşa'nın kolunda
        Beş bin top birden patladı
        Kılıcımı vurdum taşa
        Taş yarıldı baştan başa
        Askerinle binler yaşa.
        Şanı büyük Osman Paşa), marşlarını söylerdik.
        Geçtiğimiz yerlerden bir toz bulutu kalkardı sağlı-sollu uzanan tarlaların aralarından geçerken. Biz ilerledikçe toz bulutu da bizle beraber hareket ederdi. Çayır-çimenin yoğun olduğu yerlerde bin bir çeşit börtü-böcek harekete geçer, kimi sağa-sola zıplar, kimisi uçar, kimisi de ağır ağır kenara çekilerek bize yol verir, ama pek istifini bozmazdı.
        Tarif edilemez tonda renkleriyle büyük küçük yüzlerce kelebek havada her yöne uçuşurken, yerde biz belli bir yönde ilerlemeye devam ederdik.
        Öğrenci grubunun ulaştığı her yerden bazen kuşlar cıvıltılarla havalanır, kimisi bizimle aynı yönde, bazen kısa bazen uzun uçuşlarla bize eşlik ederdi. Yakınımızdaki ağaçlarda öten bir ağaçkakana çok uzaklardan bir yerlerden, hemen yanımızdaki avluda öten serçeye, tarlanın öbür başındaki bir avludan cevap gelirdi. Gulzitela, karabakal, tavzingo, kodala…
        Derebent denen yere vardığımızda, bütün köyler biraz erken biraz geç, birbirlerine yakın zamanlarda oraya gelmiş olurdu. Öncelikle biraz oturur, dinlenirdik. Daha sonra öğretmenler birer konuşma yapar, köyler arasında bazı oyunlar oynanır, yarışmalar yapardık.
        Oyunlara geçmeden önce ilkokullar gruplar halinde karşılıklı durur, öğretmenler ‘’Hadi herkes kendine arkadaş bulsun..’’ der, serbest bırakırlardı. Bizler de ikişerli-üçerli gruplar halinde, ya da tek olarak komşu köyün öğrencilerinden kendimize arkadaş bulurduk. Böylelikle bir gün sürecek olan arkadaşlık başlardı. Bu, arkadaş seçme işi bana çok zor, çok garip gelirdi. Çünkü hiç tanımadığım çocuklara, hangi sebeple, hangi gerekçeyle ve ne şekilde ‘’Hadi, seninle arkadaş olalım…’’ diyecektim. Bu yüzden daima bir-iki arkadaşla birlik olarak arkadaş seçerdik. Seçme işini de arkadaşlarıma bırakır, böylece bu sıkıntılı işten kurtulurdum.
        Bir müddet oynadıktan sonra, öğle yemeği vakti gelince edinilen arkadaş gruplarıyla bir gölgeye oturulur, (ki zaten her yer yemyeşil ve devasa ağaçların koyu gölgeleriyle kaplıdır) herkes çıkınında-torbasında ne varsa ortaya sererdi. Bu an kimileri için oldukça sıkıntılı bir andır. Çünkü, herkes ailesinin durumu oranında bir çıkına sahipti. Kimse kimsenin torbasında ne olduğunu bilmezdi. Fakat sofra kurulduğunda her şey ortaya çıkacaktı. O an çocuklar birbirlerinin ellerine bakardı: Bakalım kim torbasından ne çıkarabilecek, bakalım kim ne getir(ebil)mişti !… Herkes birbiriyle yiyeceklerini paylaşır, bir yandan afiyetle yemeklerimizi yerken, bir yandan da soframıza ortak olmaya çalışan irili-ufaklı börtü-böceği nevalelerimizden uzak tutmaya çalışırdık.
        Oynanan birçok oyun, edilen arkadaşlıklar ve akşama doğru yorgunluk. Veda vakti geldiğinde yaşanan arkadaşlıklar nispetinde sıradan ya da duygulu vedalaşmalar…Nihayet her okul kendi köyünün yolunu tutardı
        Akşam olunca herkes toparlanır, tekrar aynı yolu geri kat ederdik. Daha bir bitkin, daha bir yorgun, marşlar artık daha bir cansız…Dönüş yolu sabahki kadar zevkli, neşeli olmaz tabii ki.
        Yorgun argın köye gelinir, bir gezi daha böylece sona ererdi. Seneye yapılacak olan buluşmanın hayalleri kurulmaya başlanırdı. Belki aynı arkadaşlarla yeniden buluşulacak, belki de bambaşka yeni insanlarla tanışılacak, yeni dostlar edinilecek. Kim bilir ?
        Köyümüzden birçok insanın yetişmesinde emeği olan, köylümüz olan ve dışarıdan gelip köyümüzde görev yapan öğretmenlerimizden halen hayatta olanlara sağlıklı ve uzun ömür, dar-ı bekaya irtihal edenlere Yüce Rabbimden rahmetler diliyorum.

Hiç yorum yok