Ürkek Bir Köy Çocuğu


        İlkokulu, sırtını verimli topraklarla kaplı yamaçlara yaslamış, yüzü yemyeşil ormanların bir halı gibi serildiği vadiye bakan Yenikavak Köyü’nde okudum.
        1968-69 yılları. Bundan neredeyse kırk yıl öncesi. Köyümüz şehre elli kilometre mesafede olmasına rağmen her gün bir vasıta vardı ve her gün günlük gazete gelirdi.
        Okulumuz o yıllar için zengin sayılabilecek araç-gerece sahipti. Buharlı makinaların nasıl çalıştığını gösteren, buhar gücünü anlatmak için yapılmış mini bir lokomotifimiz vardı Fen ve Tabiat dolabında. Bu mini lokomotifimizin haznesine ispirto konur, ispirto yanınca küçücük buhar kazanını kaynatır ve buhar pistonu çalıştırmaya başlardı. Tabi pistonun bağlı olduğu tekerlek buharın gücüne göre yavaş ya da hızlıca dönerdi. Öğretmenimiz bu deneyi yaptığında lokomotifi bütün sınıflara gösterirdi. Bu küçük makinayı hepimiz çok sever, ilgiyle izlerdik.
        Bir de, ısınan cisimlerin genleştiğini anlatan bir deney aracı vardı. Madeni bir bilye, madeni bir plakaya açılmış yuvarlak bir delikten geçip dururken, ısıtıldıktan sonra aynı yerden geçmez, öylece kalırdı. Gözle fark edilmeyen bu genleşmeden dolayı bilyenin aynı delikten geçmemesine şaşırırdık.
        Bir dağ köyünde, 35-40 yıl öncesi için iyi bir eğitim ortamındaymışız diye düşünüyorum şimdi. Önemli gazete haberleri panolara asılırdı. Yeni bir hükümet kurulduğunda kabine üyelerinin yayınlandığı gazeteleri panolarda görürdük. Gediz Depremi’nde anne babasını kaybeden çocuklara teselli mektupları yazdırırdı öğretmenimiz Türkçe dersinde.
        Babamın öğretmen olması nedeniyle evde de kitaba ve ansiklopediye yabancı değildik. İki ansiklopedimiz vardı; biri karton kapaklı üzerinde timsah ve gergedan resmi olan Hayvanlar Alemi, diğeri ise kahverengi bez ciltli Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi. Ben hemen ikincisini kapar, tarih boyunca yapılmış keşiflere ve icatlara bakar, bazen resim altı yazıları da okurdum. Hayvanlar Alemi ise diğer kardeşlerime kalırdı.
        İlkokulu bitirdikten sonra ortaokulu okumak üzere şehre geldim. Ama o zaman henüz evimiz olmadığından ben halamın evinde kalıyordum.
        Babam beni Atatürk Ortaokulu’na yazdırdı. Kayıt esnasında, babamın çektiği kurada yabancı dil olarak Fransızca çıkmıştı.(Çekilen bu kuranın, aslında benim hayat çizgimde çok önemli bir nokta olduğunu, ancak 1980 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandığımda anlayacaktım.)
        Atatürk Ortaokulu o yıllarda, Balıkesir’de bir elin parmaklarından daha az olan ortaokulların en seçkinlerinden biriydi. Varlıklı aile çocuklarının devam ettiği bir okuldu. Sınıfımızda, köy ilkokullarından mezun olup gelenler beş altı kişiden fazla değildik ve sınıfta iğreti duruyorduk.
        Sınıfımızdaki diğer arkadaşlarımızla o kadar ayrı dünyalardaydık ki…Balıkesir’e siyah-beyaz televizyon yeni gelmişti. Biz henüz televizyonun ne olduğunu bilmezken, sınıfımızdaki bir çok arkadaşımızın evinde televizyon vardı. Ben Bağlar Sokağı’nda bir kahvehanede bir televizyon olduğunu ağabeyimden duymuş, mahalleden bir-iki arkadaşla kahvehanenin açık duran kapısından televizyon seyretmeye giderdik bazı akşamları. Biz televizyonu ilk kez mahalle kahvesinde görüyorduk, ama sınıfımızdaki diğer arkadaşlar her akşam evlerinde izliyorlardı. Okulda her gün toplanma zilinden önce, akşam televizyonda izledikleri programlar üzerine konuşur, komiklikleri birbirlerine anlatır ve gülüşürlerdi. Biz öylece bakar, dinler, ama gülemezdik.
        Onlar ev resmi çizdiklerinde ,evlerin çatılarında mutlaka çubuklu antenler olurdu. Benim çizdiğim hiçbir ev resmine anten koymazdım. Anten olduğunu sonradan öğrendiğim, ama ne işe yaradığını hiç bilmediğim bir şeyi çizmek bana çok anlamsız geliyordu.
        Onlar bisikletlerine binerler, anlı- şanlı bisikletlerinden bahsederler; ben ise yine Bağlar Sokağı’nda 25 kuruşa kiraladığım bisiklete binerdim. Bisiklete binme zevkim, bir gün babamın, bisiklete çok bindiğimi ima etmek ve beni bu işten vazgeçirmek için sertçe bir tavırla “Sana verdiğim harçlıklar, bisikletçi dükkanının önünden geçerken bana selam veriyor.” dediği güne kadar devam etti.
        Bizim gruptaki arkadaşlar hep aynıydık. Hepimiz ilk iskarpini ortaokul için şehre geldiğimizde giymiştik.
        Bize göre pahalı olmasına rağmen, onlar diledikleri zaman kantinden simit ve kola alırlardı. Biz ise okul önündeki seyyar köftecimiz Besim Aga’dan doyururduk karnımızı. Param bol olduğunda elli kuruşa çeyrek ekmek içine köfte alır, taşların üzerine oturarak rahatça yerdim. Paramın kıt olduğu zamanlarda ise, çeyrek ekmeğin de yarıya bölünerek verildiği yirmi beş kuruşluk bir porsiyon vardı. Onu aldığımda ise, bir köşeye ilişir, çabucak yer yutardım birkaç yudumluk köfte ekmeği.
        Bizi onlarla eşitleyen bir tek şey vardı. O yıllarda erkek öğrencilere zorunlu olarak giydirilen koca koca lacivert şapkalar. Şapkalarımızı giydiğimizde hepimiz birbirimizin aynısıydık. Hoş, onların şapkalarının kumaşı da bir başka lacivertti sanki. Belki de bize öyle geliyordu.
        Bu duygular içinde, hep böyle ürkek, çekingen, sakin ve sessiz geçti günler bir süre. Bizim kendimizi gösterebileceğimiz hiçbir şeyimiz yoktu. Ne kadife takım elbiselerimiz, ne televizyon muhabbetlerimiz. Bir tek şeyde kendimizi gösterebilecektik; derslerde!...Ama nasıl? Bildiğimiz bir şeyi bile söylemeye cesaretimiz yoktu…
        Ortaokulun ikinci sınıfındaydık Bir Fransızca öğretmenimiz vardı. Genç, kumrala yakın sarışın, kibar ve sakin bir hanımefendi. Onu, yüzü çok gülen biri olarak hatırlamıyorum ama, çok severdim.. Fransızca Öğretmenimiz Nihal Hanım bir gün bize bir sonraki derse hazırlık olmak üzere Fransızca bir parçanın kelimelerinin Türkçelerini sözlükten bularak defterimize yazmamızı istedi. Ben ödevimi itina ile yaptım. Kırmızı plastik kapaklı, kenarı helezon telli, kareli büyük boy defterime bütün kelimeleri özenle yazdım. Öğretmenimiz elinde kuru kırmızı kalemle sıraların arasında dolaşarak ödevlerimize kontrol ediyordu. Kontrol ettiği her deftere hemen bir paraf atıp geçiyordu. Sıra bana geldiğinde defterimi eline aldı, baktı ve masanın üzerine koyduktan sonra, Fransızca olarak “Çok İyi” anlamına gelen “Tres Bien” kelimelerini yazdı ve saçımı okşadı. Öğretmenimin ne yazdığını bildiğim için öylesine sevindim ki, sevincimden kalbim hızlı hızlı çarpıyor, bir yandan da içimde engellenemez bir gurur büyüyordu..Tres Bien’den sonra başımı okşaması beni büsbütün mutluluğa boğdu. Öğretmenin masamda bu kadar oyalanması herkesin dikkatini çekmişti ve onun defterime ne yazdığını merak ediyorlardı. Zile daha zaman vardı ama, ben teneffüsü düşünüyordum. Herkes başıma üşüşecek, defterime bakacaklardı. Gururluydum. Öyle de oldu. Zil çalar çalmaz hemen defterime baktılar. Ben ise için için seviniyor, öğretmenimizin bana gösterdiği bu ilgiden dolayı bu dersi en iyi benim başarabileceğime inanıyordum.
        Öğretmenim Nihal Hanım’ın beni bir “Tres Bien” kelimesi ile taltifi, benim Fransızca ile aramda kopmaz bir bağ kurdu ve ben inanıyorum ki bu yüzden şimdi bir Fransızca öğretmeniyim. O kibar hanımefendi, şimdi, buruk bir yüreğe sevinç, gurur ve güven aşılayan bir “Unutamadığım Öğretmen” olarak hafızamda yaşıyor.
        Bir öğretmenim daha var unutamadığım. Hatırladıkça hala yüzüm yanar ve içim ezilir.
        Türkçe öğretmenim. Bu öğretmenimiz bir gün bizden atasözleri ile ilgili kaynak bulmamızı ve sınıfa getirmemizi istedi. Bu ödevi bir kenara not etmiştim. Ancak unuttum. Günü geldiğinde herkes birbirine kaynak bulup bulmadığını soruyordu. Herkes unutmuş, kimse bir kaynak getirmemişti. Ne yapacağımı, bu işten nasıl kurtulacağımı düşünürken birden, bir başka ders için getirdiğim ansiklopedi aklıma geldi. Hemen çantamdan çıkarıp atasözleri ile ilgili bir bilgi olup olmadığına baktım. Şükür ki vardı, hem de örnekleriyle birlikte.
        Öğretmenimiz geldi ve kaynak getirip getirmediğimizi sordu hemen. Ben parmak kaldırdım. ”Getir bakalım!” deyince alıp masasına götürdüm. Kapağını açıp “Numaran kaç ?”dedi. “2511” dedim. ’’Bu kitap senin mi’’ diye sordu. ’’Evet öğretmenim, benim.’’ dediğimde ise, numaramı kitabın içine yazacağını ve doğru söylememi istedi. ”Evet, benim öğretmenim!” dediysem de inanmadı. Neden inanmadığını bir türlü anlamamıştım; öylece bekliyordum. ”Yemin et!” deyince, “Olmaz öğretmenim, gereksiz yere yemin etmek günah!” dedim. Sınıfta bir gülüşme oldu. Şaşırdım. Günah kelimesi miydi arkadaşlarımı güldüren? Bir anlam veremedim gülmelerine. Bunun üzerine öğretmen, kelimenin tam anlamıyla sırıtarak “Hangi imam söyledi bunu sana?” deyince gülüşmelerin dozu arttı. Ben gittikçe daha fazla utanıyor, yüzüm kızarıyordu. Güç bela o gülüşmeler arasında “Takvim yaprağında okudum.” der demez, sınıf büsbütün pervasızca gülmeye başladı. Öğretmenimiz de onlarla beraber.
        Çok utanmış ve ezilmiştim. Günah kelimesi insanları bu kadar niye güldürmüştü? Takvim yaprağında okumam mı çok komikti? Sınıfı güldüren “Günah” mıydı, “İmam” mıydı, “Takvim yaprağı” mıydı anlayamamıştım.
        Sıkıntım iyice artmıştı. Terliyordum ve yüzüm yanıyordu. Boğazıma bir şeyler düğümleniyordu. Bir fiske daha gelse sinirlerim boşalacak ve dizlerimin bağı çözülecekti.
        Disiplin ve otoritenin dozu sevgiye galebe çalmış bir eğitim sisteminin ürünü olan bu zayıf kara-kuru köy çocuğu, en küçük bir pedagojik esintiden nasibini almamış bir öğretmenin hor ve hakir sırıtmalarına eşlik eden bir yığın şehir çocuğunun gülüşmeleri içinde alt-üst olmuş duygularıyla utanç fırtınalarının içinde büsbütün kaybolup gitti.
        Sevgili öğretmenim! Cesaretlendirilmeye susamışlığı her halinden belli olan bu sıkılgan ve ürkek köy çocuğuna bir nebzecik cesaret verseydin ne olurdu? Ne olurdu sözünü söz bilseydin, inansaydın ona? Yemin ettirmeseydin, utandırmasaydın! Ne olurdu? Kaynak getirmişsin, aferin oğlum deseydin ne olurdu?
        Sen, bir parçacık güveni, bir yudum sevgiyi çok gördün ona, ama o senin gibi olmadı. O şimdi, ne zaman karşısında yüzü kızaran, ürken bir öğrenci görse, o sıska ve titreyen köy çocuğunu hatırlıyor ve onu asla utandırmıyor, üzmüyor, onu tebessümlere boğuyor.
        O çocuk seni hiç unutmuyor öğretmenim, hep hatırlıyor. Hatırlıyor ama, başını sevgiyle okşayan ellerin sahibi Nihal Hanım gibi değil; ezik bir yürek ve neredeyse yarım asır ötelerden bugüne süzülüp gelen birkaç damla göz yaşıyla…

2 yorum: