Kot Pantolon


        Konya Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Fransız Dile ve Edebiyatı Bölümünden 1985 haziran döneminde mezun oldum. Liseyi bitirdiğim yıl, şansıma –daha doğrusu şanssızlığıma- üniversiteye giriş sınavları iki kademeli olmuştu. Üniversiteyi bitirdiğimde de, doğrudan öğretmen olarak atanmak yerine bir sınava daha girmem gerekti ve yeterlilik sınavına girdim. İlk girişimde de kazandım.
        Sınavı kazanmam da hemen atanmak için yetmedi. On aylık bir bekleme sonunda Bitlis’in yeşil bağrını Van Gölü’ne açmış, cennet vadi, ceviz diyarı Adilcevaz’a Fransızca Öğretmeni olarak atandım.
        Atama evrakımı güç-belâ tamamladıktan sonra, yol-iz bilmeden yola koyuldum.  Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Tatvan’a vardım. Yolculuğun meşakkatini bu günün şartlarına göre değerlendirmek yanıltıcı olur. Yirmi bir yıl öncesinden söz ediyorum.
        Ağır kolilerimle Tatvan’da otobüsten indikten sonra, beni Adilcevaz’a götüreceğini zannettiğim bir minibüse binerek, Van gölü boyunca uzanan yılan yollardan, bir açık hava müzesini andıran kümbetler kenti Ahlat’a vardım. Ne var ki başka yolcu olmadığı gerekçesiyle minibüsümüz Adilcevaz’a kadar gitmiyordu. Şoför beni bir lûtufta bulunuyor edasıyla, Ahlat’ın çıkışında bulunan bir lastik tamir dükkanına bıraktı. Zira benzin tankerlerinin mola yeriydi burası. Kaptanlar bir yandan yandaki çay ocağından çaylarını içiyorlar, bir yandan da tamiratın bitmesini bekliyorlardı.
        İkindiyi geçmiştik. Nisanın tam ortasındaydık ama, hava çok serindi ve ben üşüyordum. Gökler de hafif hafif ağlıyordu bu halime. Hava kararmaya başladığında, hayatımın her deminde hissettiğim yalnızlık ve bahtsızlık hissi, yine gelip çöreklendi içime. Nöbet nöbet gelen burkuntularla bazen kendi kendimi teselli ediyor, bazen de yüreğimin yangınını serbest bırakıyordum. Memleketimden yüzlerce kilometre uzakta,  soğuk bir akşam vakti, ne işim vardı tanımadığım bir lastikçi dükkanında? Tanker bulursam iyi de, bulamazsam ne yapardım bu küçük ve yabancı kentte? Otel var mıydı? İki ağır koli ile ne yapardım?
        Korktuğum olmadı ve bir benzin tankeriyle Adilcevaz’a ulaştım. Kaptan beni, daha sonraki dört yıl boyunca her gün arşınlayacağım Van Gölü’nün kenarında indirdi. Bir yamacı göstererek, “Hocam buradan dümdüz git, doğru varırsın çarşıya.” diyerek, Erciş’e doğru yola koyuldu. Çevreme bakındığımda anladım ki, Adilcevaz’a varmak için daha belki beşyüz metrelik bir yokuşu çıkmam gerekiyordu zifiri karanlıkta. Öyle de yaptım. Kolinin biri sırtımda, biri elimde, o soğukta kan-ter içinde çarşıya vardım. Ama parmaklarım koptu kopacak.
        Bir otel sordum. Şehirlerin en ücra yerlerindeki gecekonduların bile daha planlı ve düzenli kaldığı bir yapının en üst katına çıktım dar ve biçimsiz merdivenlerinden. Bir tek hayal bile kuramadan uyuyakalmışım.
        Ertesi gün, elbise ve kitap kolilerimi otelde bırakarak, atama evrakım elimde, üstümde bir gömlek ve bordo bir hırka, altımda kot pantolonla göreve başlamak üzere otelden çıktım. Bir kaç kişiye sorduktan sonra okulu bulmuştum. Dört buçuk yıl görev yapacağım Adilcevaz Lisesi’nin bahçesinden içeri girdim.
        Karşımda kiremit renkli ve sarı boyalı betonarme bir bina; sağ tarafta ise çatısı saçla örtülü, tek katlı, duvarları kireç badanalı uzun bir yapı uzanıyordu. Bu bina tam karşımda duran binaya nazaran daha eski, muhtemelen yığma yapılı bir bina idi. Bahçede mevcut ağaçların tamamı da bu uzun beyaz binanın önünde sıralanıyordu.
        Bahçeyi geçtim ve üzerinde “Adilcevaz Lisesi” tabelası olan binaya girdim. Her okulda olduğu gibi, iki nöbetçi öğrenci girişte oturuyordu. Müdür beyin odasını sorduğumda, üst katta olduğunu söylediler. Nöbetçinin biri bana eşlik ediyor, üst kata müdür beyin odasına çıkıyorduk. Nöbetçi öğrencinin “burası” diye gösterdiği kapıyı, çalarak içeri girdim. Masanın gerisinde orta yaşlı, saçları gür ve geri taranmış, beyaz gözlüğü burnunun yarısına kadar inmiş bir adam masanın üstüne koyduğu kalın bir kitabı okuyordu. Selâm vererek içeri girdim. Başını hafif kaldırarak “Aleykümselam” dedikten sonra kitabı yavaşça kapatıp, sağ yanındaki etajerin üstüne koydu. Yerinden kalktı ve ne soğuk ne sıcak, ortalama bir eda ile, “Hoşgeldiniz” diyerek masanın önündeki koltuklardan birine buyur etti.
        İlk defa bir “öğretmen”dim ve ilk defa bir öğretmen olarak bir “müdür” ile karşı karşıyaydım. Oturma biçimimden, konuşma tarzımdan hakkımda kanaat edinmeye çalışacağını düşünerek, fazla konuşmuyor, sorularına kısa cevaplar veriyordum. Verdiğim cevaplar da sorunun cevabı olmayacak, fazladan hiçbir cümle yoktu. Hani, soru sordu, birkaç cümlede fazladan ben ekleyeyim, muhabbet olsun anlayışına hiç sapmadım. Ne asık suratlı olmalıydım, ne de iki kelam ile yılışan biri!.. Böyle bir intiba oluşsun istemiyordum. Bir yandan çayımı yudumluyor, bir yandan da, kendi kendime “Daha tanışalı on dakika olmuş bir adamla, hem de bir müdürle daha fazla ne konuşulabilir ki!” diyerek, tavrımın doğruluğuna, yerli yerindeliğine kendimi inandırmaya çalışıyordum. Bu günden o güne baktığımda düşünüyorum da, ne gerek vardı bunca hesaba, telaşa, tedirginliğe?
        Çayımı bitirdikten sonra, “Hocam izninizle ben öğretmenler odasına geçeyim” diyerek ayağa kalktım. Orası müdür odasıydı; işimi ve çayımı bitirdiğime göre, orada oturmam anlamsız ve fazladandı. Daha fazla oturmak bir bakıma münasebetsizlik olurdu. Bu yüzden öğretmenler odasına doğru yürüdüm.
        Öğretmenler odasına girdiğimde genç bir öğretmen arkadaş oturuyordu. Mersinliydi, felsefeciydi. Onunla da tanışıp on beş dakika kadar sohbet etmiştik ki, Müdür bey kapıyı açtı ve bir adım içeri girdi. Bana dönerek “Hocam, kot pantolonla olmaz böyle!” diye uyardı. Çok bozuldum, utandım ve kızardım.
        Bir şeyler söylemem gerekiyordu. Kendimi savunmam, bu kıyafetimin gerekçesini ortaya koymam lâzımdı: “Hocam kolilerim otelde, henüz açmadım, elbiselerim orda. Bu yüzden böyle geldim” dedim. Bu gerekçemi söyledikten sonra “Ha tamam o zaman” diyeceğini zannediyordum, ama olmadı. “Tamam da artık üniversite öğrencisi değilsiniz, öğretmensiniz!” diyerek tersliğini sürdürdü.
        Meslek hayatımın ilk on beş-yirmi dakikasına azar işiterek girmiştim. Baştan ayağa bütün vücudum yanıyor, yüzümün kulaklarıma kadar kızardığını hissediyordum. Ağzımdan tek bir kelime daha çıkmasına imkân yoktu. Boğazım düğümlenmiş, ağzım kurumuş sanki dilim ağzımda büyümüş de dönmüyordu. “Öğretmenlik nasıl bir şeymiş böyle!...” cümlesi kafamda dolanıp duruyordu. Şoktaydım.
        Okul Müdürü Özer Şahin Bey, -Halen Halk Eğitim Merkezi Müdürü- odadan çıktıktan sonra, ayağa kalkıp pencereden yeşil vadinin toprak rengi yamaçlarını seyretmeye başladım. Tam karşımda Urartu Kalesi asırlardır olduğu gibi, yine bir yalnızlık abidesi gibi duruyor, bana bakıyordu. Odadaki diğer öğretmen arkadaş da hiç konuşmuyor, suskunluğuma eşlik ediyordu. Bir şeyler söylemek istiyordum, söylemeliydim de. Daha meslek hayatımın ilk on beş-yirmi dakikası içinde uyarılmak çok kötü bir durumdu. Böyle başlamamalıydım. Dört yıl üniversite okumuş, Fransızca Öğretmeni olmuştum. Gencecik bir öğretmendim ben. İlk tayinimde ana ocağından, ana yurdun öbür ucuna, hem de doğuya, hem de Bitlis’e; üstelik Bitlis’in bir ilçesine gelmişim şevkle ve heyecanla!.. Ben sadece Fransızca öğretmek için aşmamıştım bunca yılı, bunca yolu. Çocuklarıma insanı, hayatı, sevmeyi öğretecektim. Ağlayan çocuklarımın gözyaşlarını silecektim, sorunlarına çare arayacaktım. Annesiyle tartışan Engin’in, babasıyla bozuşan Sema’nın problemlerine çare olacaktım! Ama, olmadı!..
        Meslek hayatımın ilk gününde, ilk saatlerinde ben çaresiz duruma düştüm. Urartu Kalesi’ni ne kadar seyrettim bilmiyorum. Felsefeci öğretmen arkadaşım, “Boş ver hocam, Özer Bey iyidir, takma kafana!” deyince uyandım ve ona döndüm. “Neyse önemli değil!” dedim, ama hiç de inandırıcı değildim.
        Göreve başladım. Günler haftaları, haftalar ayları kovladı. Bir-iki yıl sonra bir gün Özer Bey’e, “İlk geldiğim gün beni niye azarladın hocam?” diye gülerek sordum. Gülerek sordum çünkü, iki iyi dosttuk biz artık. “Ne zaman yahu?” dedi. Olayı anlattım. “Allah Allah niye öyle etmişiz ki ya!” dedi. “Herhalde ilk günden korkutalım da sonra gevşemesin, diye mi düşündük ne bileyim?” dedi gülerek. “Kusura bakma ya, ne bileyim niye öyle yaptık” dedi ve konuyu kapattık.
        Aradan zaman geçtikçe, ilk gün beni azarlayan o insanın, hiç de o yapıda biri olamadığını anladım. İki iyi dost olduk. Biz bugün hâlâ onunla görüşüyor, sevgi ve muhabbetimizi taze tutuyoruz. Aradan on yedi yıl geçmemiş sanki. Her telefon görüşmemizde eski günlerimizi buruk bir mutlulukla yâdediyoruz. Bu hatıranın yazılmasından üç gün önce yine ağabeyliğini yaptı ve beni aradı. Helâllik diliyordu. Ben yine ona bu olayı hatırlattım. “Kardeşim sen de hiç unutmuyorsun ha! Hakkını helâl et.” dedi. O benim ağabeyimdi, hakkım zaten çoktan helâldi; ama ben yine de “Helal olsun.” dedim. Güle güle Özer hocam! Yolun açık olsun! Dua et bize.(YOLA DÜŞENLER, Eğitim-Bir-Sen Yayınları, Sayfa 525)

Hiç yorum yok