GÖNÜLLÜ ESARET
GÖNÜLLÜ ESARET
ya da
(Stockholm Sendromu)
Her
imparatorluk vakti gelince yıkılabilir; birisi müstesna!
Hangisi?
Biraz bekleyin…
İnsanoğlu yaratıldığı ilk
devirlerden bugüne, varlık olarak kendisi ve yaşadığı çevre olarak da içine
doğduğu dünya birçok değişime uğradı.
İnsan değişti, gelişti, farklılaştı.
Tabii ki evrim teorisinden söz etmiyorum. Anlayışı yaşayışı, beslenme biçimi,
olaylara bakışı, yaşam biçimi ve ihtiyaçları gelişti, değişti, çeşitlendi.
İlk zamanlar kendisini
koruyacak, korunaklı bir çatı, bir mekânla yetindi. Yerleşik hayata geçenler
sabit bir ikamet yeri yaptı kendine. Ağaç, dal, toprak ve taştan.
Tabiatta dolaşıp nasibini aradıktan
sonra, dönüp geleceği, sığınacağı bir eve ihtiyaç duydu ve yaptı; ihtiyaçlarına
göre şekillendirdi evi, bölümlerini, ev içindeki mekânları.
Yaşam biçimi değiştikçe, evin şekli,
biçimi, büyüklüğü de değişti ve çeşitlendi.
Birkaç
bin yıl atlayıp son yüzyıla gelelim.
Aile dendiğinde ‘’Geniş Aile’’nin
anlaşıldığı zamanlarda, büyükanne, büyükbaba anne, baba ve çocukların barınabileceği genişlikte
evlerimiz vardı. Odalar çok, mekânlar geniş, insanların ihtiyaçları miktarınca
müstakil bölümlerin olduğu evlerimiz vardı.
Sonra ne oldu, neden ihtiyaç olduysa,
büyükbaba ve büyük annelerle aynı evlerde kalamaz olduk. Onlar da istemedi kimi
zaman bunu. Ama çoğu kez de yeni nesil bu Geniş Aileyi ‘’Çekirdek’’e çevirmek
için çok istekli ve aceleci oldu.
Onlar ayrı evlerde yaşamaya
başladılar. Kendilerince böylesi daha iyiydi. Belki sadece kendilerince değil,
çocuklarınca da böylesi daha rahat kabul edildi. Böylece ‘’Onlar rahat, biz
rahat’’ merhemiyle vicdan yarasını sağaltarak bu yeni durumu rahat karşılamaya
çalıştılar.
Bu olmadıysa, kendi evinde ve kendi çocuklarının
yanında huzursuz olan büyüklerin, huzur(!) bulacaklarına inan(dır)ılan ‘’Huzur
Evleri’’ icat edildi. Kimisi orayı tercih etti, oraya gitti, ya da gönderildi,
ya da tek seçenek olarak önüne bu kondu, onlar da bu tek seçeneği tercih etti.
Halbuki onlar, evlerin, eşlerde
seslerin yüksek çıkmasını önleyici, böylece küçük kıvılcımların büyük
yangınlara dönüşmesini engelleyen sigortalarıydı. Nihayetinde, eğer edep
büsbütün tefessüh etmemişse, sıfıra inmemişse, büyüklerin yanında sesin
yükselebileceği oran belliydi. Bu oran da çiftler arasında yangına sebebiyet
vermeyecek bir orandı. Onlar gidince en küçük elektriklenmeler büyük
yangınlara, aile facialarına sebebiyet verir oldu.
Onlar gidince, evdeki çocuklar
sığınaklarından birini kaybetmiş oldular. Onlar gidince, ‘’çalışan anneler’’
evlatlarını emanet edebilecekleri emin ve merhametli elleri kaybettiler.
(Az-çok kitap defter karıştıran, okuyan biri olarak, bu ‘’çalışmayan anneler(!)’in evlerini kimin çekip çevirdiğini, o
evlerde işleri kimin yürüttüğünü, çocukları kimin besleyip büyüttüğünü, tarımsal üretim
sürecinde, ailenin ve toplumun beslenmesinden kimin sorumlu sayıldığını hep merak etmişimdir. Devlet baba da, kendi evi dışında
çalışanlardan başkasını ‘’çalışan’’
görmediğine göre?)
Onlar
gidince, çocukların anne-babalarından önceki kuşakla bağı koptu. Aile kurumu,
kuşaklar arası yabancılaşmayı yumuşatıcı bu şifadan mahrum kaldı.
Büyükanne, büyükbaba ‘’Huzur(!)’’a
gidince ev iki nüfus azaldı, aile küçüldü, çekirdek oldu. Ev genişledi,
genişlemiş olmalı. Öyle mi oldu?
‘’Ye, iç, eğlen, gül, oyna’’ yı, yani eyyamcılığı(*) öğütleyen, daima yeni
ihtiyaçlar icat ederek daima tüketmeyi dayatan kapitalizmin tüketim ekonomisi
gereği, büyüklerimizden boşalttığımız yerleri yeni icat ettiğimiz ihtiyaçlarla
doldurduk.
Azametli çekyatlarımız, orta
sehpalarımız, servis sehpalarımız, asil köşe koltuk takımlarımız, avrupai
berjerlerimiz, mini mini fiskos masalarımız, narin komodinlerimiz,
şifonyerlerimiz (şifon=paçavra, bez, çaput / şifonyer=paçavra dolabı) tv
ünitelerimiz var.(Önceleri tv sehpasıydı, mütevazıydı; büyüdü ‘’ünite’’ oldu.) Saymakla bitiremediğimiz
işgalciler. Sadece birkaçını saydığım bu ev eşyası dediğimiz işgalciler için, evden
birkaç kişi daha eksiltsek bile, yine de evde bize yer kalmıyor.
Ortalama yüz-yüzelli
metrekarelik bir eve o eşyaları yerleştirin bakalım, size ne kadar yer kalacak?
On metrekarelik odanıza iki çekyat ya da bir koltuk takımı, bir TV ünitesi
yerleştirin, bir de günlük kullandığınız servis sehpa takımını koyun; geriye
size kaç metrekare alan kalacak? Görün bakalım patron kimmiş!
Bizler, bugün rahat ve huzur içinde
dinlenme yeri ve ‘’Ademoğlunun saadet
sebeplerinden biri’’ olarak sayılan ‘’geniş
ev’’lerimizde, eşyalarımızın bize izin verdiği dar alanlarda, bir sığıntı
gibi geçirdiğimiz zamana, ev hayatı
diyoruz. Kapılardan zor giren koca koca çekyatlar, besili danalar gibi
koltuklar odalarda, salonlarda sere-serpe, özgürce kasılıp dururken, bizler, güya
onların sahipleri, onların esareti altında evlerimizde ancak yılan gibi kıvrıla
kıvrıla yol alabiliyoruz.
Çekyatların bittiği yerde bizim
özgürlüğümüz başlıyor. Ama çekyatlar da bitmiyor ki, bizim özgürlüğümüz
başlasın. Her biri iki.on ölçüsünde on metrekarelik bir odada iki çekyatın
sınırı nerede bitecek de benim özgürlüğüm başlayacak. Esiriz, dört duvar
arasında mahkûm; evimizin duvarları mahpus duvarı, gardiyanlarımız ev eşyaları…
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi,
evlerimiz çok ferah alanlarmış gibi, bir de kendi kendimize ilan ettiğimiz yasak bir bölge var: Misafir odaları..! Evlerimiz hep insan
giremeyecek derecede darmadağınık olduğu için(!), sanki evlerimiz yolgeçen hanı
gibi kimin ne zaman geleceği belli olmayan mekânlarmış gibi, ‘’ya aniden bir misafir gelirse! ‘’ diye
hazırda tuttuğumuz misafir odalarımız!.. Girilmesi, oturulması, dokunulması
zinhar yasak olan misafir odalarımız! Yalnız, mahzun ve kimsesiz misafir
odalarımız!...Size bir soru vereyim, sorun kendinize: ‘’Misafir odamda en son
ne zaman misafir ağırladım ?’’ Ya da soruyu şöyle sorun: Misafir odamda yılda
kaç kişi ağırlıyorum?’’.
Cevap mı?
Yok, cevabınız size kalsın…
Şikâyete hakkımız yok! Biz bu derde gönüllü düştük. Stockholm Sendromu’na tutulmuşuz. Bu nedenle diyorum ki, her imparatorluk yıkılabilir ama biri müstesna: Çekyat İmparatorluğu !...
-----------------------------------------
(*)Eyyam: Arapça ’yevm’ (=gün) kelimesinin çoğuludur.
‘’Eyyamcı’’ terim olarak, ‘’gününü
dilediğince geçiren, gününü gün eden kimse’’ anlamına gelir.
Hiç yorum yok